26 Aralık 2016 Pazartesi

FIGHT CLUB


2016 yilinin son gunlerini sinemanin artik birer kult olmus filmlerine ayirdim.. Bazilarini sayisiyi hatirlamadigim defa izledim ve yeniden izleyerek kendim icin cok iyi bir sey yaptigimi dusunuyorum.. Bazilarini ise populer kultur yuzunden gercekten izlemek istememistim.. Iste senenin sonunda verdigim bu karar, ozellikle zamaninda kacirdiklarim icin nefis bir hareket oldu.. 

 Sevdigim a-acayip adam Chuck Palahniuk romanindan David Fincher yonetmenliginde sinemaya aktarilan Fight Club filmi icin "gelmis gecmis en iyi hayat dersleri bu filmin icinde sakli" dersek saniyorum ki yanilmis olmayiz.. Film; nefis bir toplum elestirisi.. 1999 yilinda izlendiginde bu denli etkileyici olmus mudur su an kestiremiyorum ancak 2016 yili itibariyle filmin bagimli tuketim toplumlari icin, kapitalist duzeni -en yumusak kelime ile- daha da fazla sorgulamamizi sagladigina nedense fazlasiyla eminim..

David Fincher daima cemberin disina cikmayi basaran filmlere imza atmis bir yonetmen.. Neredeyse yaptigi her film izlendigi senenin en onemli sinema olaylarindan biri oluyor, buna hic suphe yok.. Ayrica Brad Pitt ile iyi bir ikili olduklarina da cok eminiz.. Bakiniz ; Seven, Benjamin Button’in tuhaf hikayesi… Ama gelin gorun ki; Fight Club icin Fincher’in bas yapiti demek kesinlikle abartilmis bir cumle olmaz.
 
Kapitalizme nefis gondermelerle kafa tutan, psikolojik dayatmalarla yasadigimiz dunyayi kokten elestiren Fight Club, aslinda bize sevgisiz yetisen bireylerin karanlik dunyasini da cok net gosteriyor. Filmin ana karakteri Edward Norton. Canlandirdigi karakter ise filmin anlaticisi.. (yani Narrator’u).. Tyler Durden ya da cok sevgili Brad Pitt ise; Narrator’un alter egosu rolunde.. Alter ego psikolojide sahip oldugumuz birden fazla kisilik ozelliklerini yani kisaca kisilik bozuklugunu temsil ediyor. Bu terim Chuck Palahniuk’un kalemi ve Fincher’in yetenegi sayesinde Fight Club filminde muthis bir gorsellige dokulmus durumda. Filmde ayrica Tim Burton filmlerinden kostum degistirmeden Fight Club’a gecis yapmis hissi veren, nefis bir Helena Bonham Carter performansi da var.. 

Anlatici yani Narrator; hayati plazada gecen bir beyaz yakali.. iyi bir ise sahip, cekingen ve urkek bir yapisi var.. Tyler Durden ise ona gore cok daha dusuk bir siniftan, ancak Narrator’a gore cok daha guclu bir yapida.. Narrator; gucsuzlugu yaninda icsel problemler yasayan, huzurunu bulmak icin cesitli yalanlar soyleyerek terapi gruplarina katilan hatta bu katilimi bagimlilik haline getiren bir karakter. Terapi sahneleri tuketimin bizi icine cektigi bagimlilik kavramini en net hali ile ortaya koyuyor ve filmin tam bir tuketim toplumu elestirisi oldugunun altini ciziyor..

Narrator’un icindeki seytani yan, bir ucus sirasinda Tyler ile karsilasmasi ve Tyler’in ucaktan indiginde caldigi otomobil ile seyirciye ulasiyor.. Ortaya bir anda cikan seytani yanlar sonrasi Narrator’un her seferinde bir sekilde devre disi kalisi, o kotucul yanin bizi nasil ele gecirdiginin muhtesem ornekleri olarak film boyunca akip gidiyor.. 

"Ancak her seyi kaybettikten sonra her seyi yapabilecek kadar ozgur olur insan" !

Tyler onderliginde; ozgurlugunu hissetme telasindaki insanlarin bir araya gelerek kurdugu Dovus Kulubu, toplumsal tepkiler gelistiriyor.. Tuketim toplumuna dahil olan insanlarin konfor alanlarina girip, onlari rahatsiz edecek zararlar verilmeye baslaniyor.. Fincher'in kapitalizm icinde sikisip kalmis bireylerin ozgurluk hissini bize geciris sekli muthis ! Evet, belki siddet iceriyor ama asla bu yonune odaklanilarak izlenmeyi hakeden bir film degil.. Ben uzun bir sure filme bu mantikla yaklasip, bir parca da populer kultur yapimlarina tepkili oldugumdan izlememistim, ancak ciddi bir yanilgi yasadigimi biliyorum…

Ve bir bildigim var ki ! o da; "Tuketmek ozgurlugumuz degil arkadaslar" 

Iyi seyirler
Lulu 
x

18 Kasım 2016 Cuma

BEFORE SUNRISE / BEFORE SUNSET / BEFORE MIDNIGHT

Devam filmleri hakkinda ne dusunuyorsunuz ?

Aklima bir cirpida geliveren yetenekli Richard Linklater’in dokuz yil ara ile cektigi muhtesem ucleme Before Sunrise, Before Sunset ve Before Midnight filmleri disinda devam filmleri benim cok ilgi alanim degil, ancak bu siraladigim uc filmi saniyorum ki bikmadan ve usanmadan hayatimin her doneminde izleyecegim.. Ki; Eylul ayinda kendim icin nefis bir sey yapip, uclemeyi yeniden izledim..


Aslinda Before Sunrise ve Before Sunset filmleri neredeyse ezberimdeydi ama Before Midnight filmini ilk izlemeye basladigimda yarim kalmis, sonra da bir sekilde duygusal yaklasarak serinin bitisini kabul etmeyisimden izlenememisti.. Ama bu kez basardim ! Uzule sikila da olsa uclemeye son noktayi koydum… (Umarim Linklater bir surpriz daha yapar ve 2022 yilinda yayinlanacak serinin dorduncu filmini aciklar.)

Before serisi eminim ki izleyen herkesin dunyasinda bambaska bir yere sahip.. Esine az rastlanir ve yalnizca iki kisinin psikolojik ve felsefik bir romantizm icindeki diyalogu ile suregiden bu filmleri izleyip de onlari o bambaska yere koymayacak birinin duygularinin varligindan bile suphe edebilirim !

1995 yilinda yayinlanan ilk film Before Sunrise; gercekten de benzerine cok az rastlanilabilir, enfes bir diyalog filmi.. Yirmili yaslarini suren Amerikali Jesse ve Fransiz Celine’in bir trende tanismasi, yolculuklarini beraber gecirmeleri ve aralarinda bir bag olustuguna inandiklarindan trenden inip, bir sonraki gunun sabahina dek Viyana sehrinde dolasmalarinin hikayesi.. Oyle tatlilar ve gercekten aralarinda ogle degerli bir bag kuruluyor ki; durmak bilmeden ve akla gelen her sey hakkinda konusuyorlar… Aile, cocukluk, cinsellik, evlilikler, hayaller, politika, sanat, film, Ask vs. vs… Asla sikilmadiginiz, tadina doyulmaz ve iste ASK’in en degerli temeli bu ! diyeceginiz enfes bir 105 dakika.. An’lar, kacamak bakislar, ilk opucukler, duygularin inis-cikislari, elin nereye koyulacaginin bilinmedigi o heyecanli anlar, atismalar…

Elbette gun isildiyor ve Jesse ile Celine hareket etmek uzere olan trenin onunde ve telas icinde alti ay sonra yeniden gorusmek uzere anlasip, ayriliyorlar..
  
Celine : Maybe we should meet here in five years or something.
Jesse : All right, all right, five year- Five years! That's a long time!
Celine : It's awful! It's like a sociological experiment!

* * *  
2004 yilinda yayinlanan ikinci film Before Sunset; hayallerine ulasmis bir Jesse ve onun Paris’teki imza gunune gelen Celine’in dokuz yil sonra yeniden karsilasmalarini konu aliyor.. Elbette oncelikle alti ay sonunda kimin sozunu tutmadigini merak ediyoruz ve aradan gecen seneleri anlamaya calisiyoruz.. Sonra ise kitabin konusunun Jesse ve Celine’in beraber gecirdikleri tek gece oldugunu anlayip bir guzel melankolilere burunuyoruz...

Yeniden karsilasma, ilk tedirgin bakislar ve konusmalar sonrasinda; Jesse’nin ucagi oncesi ellerinde olan kisitli vakitte kez Paris sokaklarinda dolasmaya ve muhabbet etmeye basliyorlar.. Viyana sonrasi bulusamamalari, Jesse’nin yolunda gitmeyen evliligi ve Celine’in basarisiz iliski denemelerini anlatmalari sonrasinda; hayatta tam olarak yalniz olduklarini ve hala birbirlerine asik olduklarini anliyoruz ! Dahasi emin oluyoruz ki onlarin eksik olan parcalari ancak birlikte olduklarinda tam !

Paris sokaklari da sahit oluyor duygularina.. Sen nehri kiyisi, Le Pure Cafe ve dahasi... (Her Paris seyahatinde Celine ve Jesse'yi hatirlatacak nefis sehir kareleri..)  

Yine tadina doyulmaz bir 80 dakika ve kacacagina emin oldugumuz o ucagin mutlulugu ile kapaniyor film..

Celine : Baby, you are gonna miss that plane.
Jesse : I know.

“let me sing you a waltz”

* * *

Ve 2013 yilinda yayinlanan ucuncu film Before Midnight; kimilerine gore serinin son filmi.. (Bana gore hala 2022 icin umut var..)  Film bu kez en sevdigim yerlerden biri, Yunanistan’da geciyor.. Ve evet ! Before Sunset’te bizi gulumseten “o” ucak kacmis ! Jesse ve Celine hayati el ele gecirmeye baslamislar, bosa harcamamislar.. Hatta oyle bosa harcamamislar ki; artik ikiz kizlari var ! Ve hala hic ama hic susmuyorlar !

Ucuncu filmde, diger iki filmin disina cikip, baska karakterlerle paylasilan bir yemek sahnesi izliyoruz.. Buyuk bir masa, geveze Yunanli arkadaslar.. Sonrasinda ise bu tatli Yunanli arkadaslar ciftimize bir otel konaklamasi hediye ediyorlar.. Yuruyerek otele dogru yol alan ve muhabbetlerine yine doyamadigimiz Jesse ve Celine otele keyifle variyorlar, ancak aralarinda dozu an ve an yukselen bir tartisma basliyor.. Aslinda cadaloz Celine ile tanisip biraz da sasiyoruz.. Sonra da Jesse’nin ; “you remember that guy loved you and you had that great romance with ? It’s me” deyisi ile Celine'e atilan dev tokata oh cekiyoruz.. (Sizi bilemem ama ben bu kavgada kesin Jesse’ciydim !)

109 dakika boyunca yine imrenilecek bir diyalog var aralarinda.. Yukselen, alcalan, kesinlikle sevgi dolu, ara sira sinirlari asan ve sinir bozucu.. Ama daha gercek ve kesinlikle daha tam !

Jesse : If you want love, then this is it. This is real life. 
It's not perfect but it's real.

* * *

iyi seyirler
lulu
x 

31 Ekim 2016 Pazartesi

TRUMBO


Gercek yasam hikayelerine, ozellikle de biyografik olanlara ilgiliyseniz harika bir film onerecegim.. Trumbo

Trumbo, 2016 yilinda izledigim en enteresan yasam hikayelerinden biriydi..
Film, unlu bir senarist olan Dalton Trumbo’nun kuvvetli aktivist kimligi yuzunden sinema dunyasindan dislanmasini anlatiyor..

40’li yillarda Amerika komunist dusuncelere karsi ciddi bir direnis gostermeye baslayinca ulke genelinde genis kitlelere ulasabilecek isimlerin neredeyse tamami kara listeye aliniyorlar.. Bu listeye adi giren Trumbo’nun senaryo yazmasi buyuk oyunlarla engellenmeye calisilip, hukuka aykiri yaptirimlarla yetenekleri sindirilmeye calisiliyor.. Yani filmde Hollywood dunyasinin belki de en pis donemine taniklik ediyoruz..

Ancak inanilmaz bir direnisci olan Trumbo; her ne kadar zor zamanlar yasasa da, Roman Holiday ve Spartacus gibi muthis filmlerin senaryolarini bu yasakli donemde yazip, farkli bir isim altinda sinema dunyasina sunmaya devam ediyor.. Hatta Roman Holiday ile Oscar bile kazaniyor.. Uzucu olan ise, bu kara donem nihayete erdikten sonra Oscar odullerinin Trumbo'nın eline gecmis olmasi ve bu zamanin Trumbo’nun omrunun sonlarina denk gelmesi... (Spoiler !!! Her ne kadar anlasilir duygusal nedenlerle kimligini aciklayip bu odulleri kabul etmis olsa da, filmin sonunda Leo gibi bir cesur yureklilik yapip aldigi odulleri edepli bir konusma ile geri iade etmis olmasini tercih ederdik..) 

Filmde, Dalton Trumbo rolunde Bryan Cranston’in enfes bir performansi var. Yonetmen Jay Roach’in da ellerine saglik, lakin filmde hem mizahi eksik etmemis, hem de Amerika’nin -pek hoslanmadigimiz- siyaset anlayisi icin iyi bir bakis acisi sunmus bizlere. Unutmadan, filmde cok etkileyici bir Halen Mirren dokunusu da var.. Film boyunca cok sakin bir karakter ornegi cizen Mirren’in, duygularinin en peak halini bir tv haberi sonrasi izliyoruz ki bu sahne belki de saniyelerle olculecek kadar kisa.. ama muthis bir etkisi var…

Zaten hayat da kisa degil mi ? kuslar da ucuyor…

Hadi film izleyelim..

iyi seyirler
lulu
x

25 Ağustos 2016 Perşembe

KAERLIGNED PA



Her ne kadar gec kalinmis bir kesif olarak gorsem de, Kuzey Sinemasi'na iyiden iyiye alismaya basladim.. Bunu soylemek icin cok erken ve iddali mi olacak bilemiyorum ama dun gece Kuzey Sinemasi'nin en iyi orneklerinden birini izledigimi dusunuyorum... O yuzden de sabirsizca paylasmak niyetindeyim :)

 Kaerligned PaYonetmen Ole Bornedal'in 2007 yapimi filmi.. Ingilizce adi, Just Another Love Story ve siradan bir adamin tahmin edemeyeceginiz bir kisilige donusune neden olan farkli bir ask hikayesi anlatiyor... 

Filmin baslangici, Ask Sahnesi 1,2,3 seklinde filmin uc onemli ani ile yapilmis.. Ozellikle ilk sahnesindeki yagmur inanilmaz etkileyici ve ilettigi duygu fazlasiyla aci... Sahnede; olmek uzere olan bir adamin bir kac itiraf cumlesi, olumu ve bir kadinin feryadi var... Daha sonra filmin dogal akisina geciyoruz. Jonas ve gorunuste "mukemmel" olarak degerlendirilebilecek ailesi ile tanisiyoruz.. Hos bir es, biri erkek digeri kiz iki guzel cocuk, bir sekilde hala devam edebilen cinsel hayat, kurulan hayaller, kucuk gulumsemeler, cocuklarin civiltisi..... Ancak bir seyler eksik.. Iste filmde bu eksikligi tamamlama pesindeki Jonas'in hikayesini izliyoruz.. 

Jonas ve ailesi, izlerken inanilmaz etkileneceginiz bir kazaya neden oluyorlar ve bu kazadan agir yaralanarak kurtulan bir kadinin varligi ile film derinlesmeye basliyor.. Bu arada film daha en basinda soyle bir cumle ile bize sonradan tanisacagimiz kadinin sinyallerini veriyor; Guzel bir kadin ve gizem. Butun kara filmler boyle baslamaz mi ?"

Filmin muthis bir anlatim dili var.. Basrol oyunculari ise; Andres W. Berthelsen, Rebecka Hemse, Nikolaj Lie Kaas ve Charlotte Fich. Hepsi cok iyi performans sergilemisler. Ozellikle de izlemeye doyamadigim Julia rolundeki Rebecka Hemse... Onlarin oyunculuklarini destekleyen nefis de bir soundtrack cikmis ortaya.. Boylece sahneler daha carpici, etkileri daha yogun olabilmis.. Hele ki, Vivaldi'nin Four Seasons'inin Spring'i ile izledigimiz sahneler var ki !! Filmin en lezzetli sahneleri dersem sanirim abartmis olmam...

Tuhaflikta sinir tanimayan, mantik sinirlarini zorlayan, evliyseniz evliliginizi bile sorgulamaniza neden olacak bir ask hikayesi bekliyor sizi.. ;) 

Korkmayin, sorgulamak iyidir... ;)

Iyi seyirler 
lulu
x

20 Temmuz 2016 Çarşamba

ZOOTOPIA

Alpcan sayesinde zaten hayatim boyunca cok sevdigim animasyon filmlerini daha da siki takip eder oldum.. Bu nefis.. Ancak, bazi filmleri kac kez izledigimizin sayisini hatirlamayacak kadar cok izledigimiz de bir gercek.. Bu da isin "of" kismi.. Ama yine de onun dunyasinin yani basinda durmak, ona eslik etmek tarifsiz mutluluklarimdan yalnizca bir digeri..

Zootopia vizyona gireli henuz cok zaman olmadi ama saniyorum ki dort kez izledik bile ! 


Insanlarin -ne mutlu ki- olmadigi ve tamamen hayvanlarin varolup, insanlar gibi yasam kurduklari bir dunya var Zootopia'da.. Ana karakterimiz, polis olma hayalleri kuran cok cok sevimli bir tavsan. Adi Judy. Dunyayi guzellestirmek isteyen Judy'nin bu hayali cevresinde alay konusu olmus durumda... Ancak, Judy gecilen alaylara aldirmayip, polis akademisine giriyor ve Zootopia'nin ilk tavsan polis memuru oluyor :)

Filmin aslinda elestiriye cok acik bir senaryosu olsa da, bana gore o kadar derine inmeye gerek yok. Gercek anlamda kahkaha atabileceginiz diyaloglari olan bir film yakalamisken kacirmamak en akillicasi.. Ayrica, cocuklara hayallerinin gerceklesmesi yolunda karsilarina cikacak tum engelleri asabileceklerini gostermek gibi de harika bir misyonu var diye dusunuyorum..

Bu buyuk bir "mesaj" kaygisi midir ? Belki.. Ama sinema dunyasinin amaci da bu degil mi !? 

Mutlu seyirler.

sevgiler
lulu
x

6 Mayıs 2016 Cuma

ANOMALISA


Izleyince cok cok emin oldum ki, bu yilin en beklenmedik ve de hakki en cok yenen filmi Anomalisa olmali !
Animasyon izlemiyi seviyor musunuz bilemiyorum ancak cok net soyleyebilirim ki, Anomalisa’nin bir animasyon olmasi sizi bu filmi izlemek icin durdurmamali ! Lakin, film oyle derin, oyle huzunlu ve oyle izlenesi ki, animasyon yerine gercek kisilerle cekilse bu denli basarili olabilir miydi bilmiyorum..
Animasyonun konusu, hayattan bezmis ve insanlarla iletisim kurmaktan kacan orta yasli bir adamin hayatinin kisa bir donemi. Filmin ana karakteri ise Michael Stone adinda isinde oldukca basarili bir adam. Michael, bir konferans icin ziyaret ettigi sehirde ayni otelde kaldigi Lisa adinda bir kadinla tanisiyor.. Lisa cok acayip, normalin cok disinda bir kadin ve bu acayipligi Michael’a anomali hissi veriyor.. O nedenle de Michael Lisa’ya Anomalisa diye hitap ediyor ki filmin adi da burada sekillenmis oluyor..
Lisa ile Michael'in dokunakli bir tanisma hikayeleri var.. Otele ilk geldiginde, habersizce terk ettigi eski bir kiz arkadasini arayan ve bulusmalari bir felakete donusen Michael odasina donderken koridorda Lisa’nin sesini duyuyor ve o sesin pesine dusuyor.. Lisa’yi buldugunda ise onu her kusuru ile kabul ederek, bir kadina verilebilecek en degerli sey olan guveni takdirlik inceliklerle sunuyor.. Bu sahnelerde Michael bir anda farkli bir ruh halinde burunuyor.. Oyle ki, hayattan bezmis o adam bir anda nereye gitti diye dusunuyor ve Lisa’nin masumluguna odaklanip, bir kadinin bu denli derine dusmus bir adami sefkati ve huzuruyla nasil dustugu yerden cekip alabilecegini an ve an izliyoruz..  Izlemesi zor ancak cok romantik..
Fimin en enteresan yani, Michael ve Lisa disindaki tum seslerin ayni ses tarafindan bize ulastirilmasi.. Bu da aslinda hayattan bezmis bir adamin Lisa disinda iletisim kurdugu herkesle ayni yuzeysel iliskiyi benimsemesini gosteriyor.. Lisa’nin Michael’e hesapsizca ulastirdigi buyulu hisler gercekten etkileyici..
Elbette mutluluk kalici degil.. Bir anda tezahur eden ask ve tutku sonrasi derin bir trajedi bekliyor bizi....
PS : Anomalisa Charlie Kaufman’in sahneledigi bir tiyatro oyunuymus aslinda.. Buyuk baskilar sonunda animasyon olarak filmi cekilmis ve cok daha genis kitlelere ulasma sansi yakalamis..
Mutlaka izleyin ! 
Iyi seyirler

20 Nisan 2016 Çarşamba

THE LADY IN THE VAN


Odul donemi oncesi hakkinda cokca ovgu okudugum "The Lady in the Van" filmini cok buyuk bir merakla izledim lakin Ingiliz yazar Alan Bennett’in basina gercekten de alisilmisin disinda bir olay gelmisti ve bu olay once kitap, sonra tiyatro derken sinema dunyasina kadar uzanmisti..

Yonetmenligini Nicholas Hytner'in yaptigi filmin konusu kisaca soyle ; Londra’nin Camden kasabasinda son derece siradan bir caddede, kendi enteresan dunyalarinda yasayan bir avuc insanin hayatina Miss Shepherd adinda bir kadin dahil oluyor.. Miss Shepherd, rastgele ya da onsezilerinin izini surerek karar verdigi bir evin onune, eski mi eski, kirli mi kirli ve de kokusu pek kotu karavanini park ediyor ve yasamina orada devam ediyor.. Ancak, Miss Shepherd her ne kadar karavani kadar pis gorunse de, insanlar onunla diyalog kurduklarinda zekasi, konusma sekli ve hazircevapligi ile bir evsiz icin fazlaca egitimli oldugununu anliyorlar.. Tabi bu noktada da basliyor Miss Shepherd’in gecmisine dair bir merak..

Yazar Alan Bennett ise yine bu caddenin sakinlerinden biri.. Evine yeni tasindigi ve bir sekilde acil durumlarda tuvaletini kullanmasina izin verdigi Miss Shepherd ile Alan arasinda bir arkadaslik basliyor.. Alan; iki ayri kisiligi icinde yasatan (yasayan ve yazan) bir yazar.. Her yazar gibi o da duygulara ve cevresinde olup bitene karsi duyarsiz degil ve bu nedenle de Miss Shepherd ile olan tuhaf arkadasligi sirasinda Shepherd'in farkli bir hayat hikayesi oldugunu anlamis durumda..

Filmin asil seyri ise, Miss Shepherd’in zor durumda kalabilecegi bir konuda, Alan'in ona yardimci olabilmek icin kisa bir sureligine karavanini kendi evinin garajina cekebilecegini soylemesi ile basliyor.. Alan bu teklif sonrasindaki tam 15 yilini karavani ile garajinda yasayan Miss Shepherd ile beraber geciriyor.. Ve, bu vesile ile de onun gizemli hayatini kaleme almaya basliyor..

Camden sakinlerinin pis ve fakir olarak adlandirdiklari, bir yandan tiksinirken diger yandan da tuhaf bir vicdan durtusu ile yardimci olmaya calistiklari Miss Shepherd, aslina bakarsaniz tum cadde sakinlerinin hayatinin tadi tuzu gibi..

Komedi ile drami ic ice geciren, bir huzunlendirip, bir kis kis gulduren bu “cok degisik” hikayeye mutlaka bir sans verin.. Miss Shepherd’in kendini “serbest meslek” sahibi olarak savunusu, eksiklikleri ve korkulari arasinda sikisip kalmis olsa da aslinda cok ozgur olan ruhunu tanimak oldukca keyifli.. Miss Shepherd'in saklanmis gerceklerini ogrendiginizde buruk bir lezzet alacaginiza eminim…

Filmin en izlenesi yani, Miss Shepherd’in efsane bir yetenek olan Maggie Smith tarafindan canlandirilmasi.. Harry Potter’in otorite timsali profosoru McGonagall rolu ile cok genis kitlelerce taninan Maggie Smith'e Downton Abbey dizisindeki zeki, huysuz ve hazircevap ihtiyar modeli cok yakismisti.. Iste bu huysuz ve hazircevap ihtiyar “The Lady in The Van” ile hayatimiza dokunmaya devam ediyor.. Ve, Maggie Smith oldukca ilginc bir karakter olan Miss Shepherd’i akillara daha da kazinacak bir sekilde canlandiriyor..  Alan Bennett’i ise, Alex Jennings canlandirmis ve iki farkli bedende izledigimiz Alex Bennett’in hikayeyi bize aktaran ust sesi muthis etkileyici cumlelere sahip.

* Bu arada filme dair nefis bir detay var; Maggie Smith ve Alex Jennings bu hikayeye 1999 yilinda tiyatro oyunu ve 2009 yilinda BBC'de radyo uyarlamasi olarak yine beraber hayat vermisler.. Tabi bu birliktelikler sonrasi cekilen film, iki karakterin muthis bir uyum ile izlenmesini saglayan en onemli etken olmus ! 
iyi seyirler.. 

19 Şubat 2016 Cuma

THE REVENANT

 

Alejandro Gonzalez Inarritu denince aklima hemen (izlemediyseniz listenize girmeyi yuzde yuz hakeden) su uc film geliyor : Amores Perros, Babel ve Birdman.. Bu muthis uclu sonrasi The Revenant ile citayi iyice yukari ceken ve bizim kusagimizin cocukluk aski Leonardo DiCaprio'yu sonunda Oscar ile kavusturacagina yurekten inandigimiz Inarritu'yu seviyor ve filmleri arasindaki tarih araligini kisa tutmasini cani gonulden diliyoruz.. 

The Revenant; aslinda bir kitap uyarlamasi.. Michael Punke'in biyografik romaninda gercek bir hikayeden esinlenerek anlatildigi gibi; film, 19. yy'da yasadigi varsayilan Hugh Glass adindaki bir kurk avcisi ve onun ugradigi ayi saldirisi ve ihanet sonrasinda baslayan intikam mucadelesini anlatiyor.. Her ne kadar bir intikam filmi olsa da, muthis bir doga mucadelesinin de sinemaya aktarilmis en enfes hali demek kesinlikle yerinde olur.. 

Film, Kizilderililerin topraklarini ve duzenlerini korumak icin saldirdiklari kurk avcilarinin kamp goruntuleri ile basliyor. Ancak izleyiciyi ekrana yapistiracak asil baslangic; saldiri sonrasi Glass'in ekip arkadaslarina yol rehberligi yaptigi sirada karsilastigi ayi saldirisi ! Konusuldugu kadar gercek, konusuldugundan daha da acimasiz bu saldiri sonrasinda tum hucrelerinizle filme dahil oldugunuzu hissediyorsunuz..

Domhnall Gleeson'un oynadigi ekip liderleri Henry, olumcul yaralar alan ve yasamasi icin en ufak bir umut kalmayan Glass'i, ekipten gonullu olan iki kisinin eline birakip kalanlarla yoluna devam etmek zorunda kaliyor.. Henry adil, merhametli ve Glass'in ekibe kattigi degerin cok bilincinde.. O nedenle de, yari kizilderili olan Glass'in oglu ve yaninda kalacak diger iki gonulluye, Glass olene dek onun yaninda durmalarini ve gomdukten sonra yola cikmalarini emrediyor.. Ancak, icinde kotu ve kiskanc bir ruh olan John Fitzgerald; once Glass'in oglunu oldurup, sonra da acimasizca Glass'i olume terk ediyor..

Oglunun oldurulusunu yattigi yerden caresizce izleyen Glass, her ne kadar bitkin ve olume yakin olsa da, hayata tutunmak icin iliklerimize isleyen bir intikam duygusuyla zorlu bir doga mucadelesine basliyor.. Iste bu noktada da filmin adinin neden Revenant (Dirilis) oldugunu anliyoruz..

Tom Hardly, John Fitzgerald karakteri ile gercekten Oscar'lik bir performans gostermis.. Benim Oscar icin "en iyi yardimci erkek oyuncu" favorim kendisi olmasa da, academi kendisine kayitsiz kalmaz diye dusunuyorum.. Leo konusuda ise, sanirim hepimiz ayni noktadayiz.. Bu rol ile de Oscar heykelini kucaklamazsa, daha hangi rol ile alacak allah askina ?? Adam ciddi bir fiziksel performans ile karismizda.. Kana kana ictigi intikam duygusunu son sahneye kadar tutkuyla besleyip hayatta kalan Glass'in, son sahnede bu duygusunu evrene teslim edisi ve adaleti enfes bir inanc ve erdem tokati ile akisina birakisi filmin en muthis enstantanesi. Zaten filmin en siki cumlesi de bu sahnede geciyor ;

"Intikam, insanin degil, tanrinin ellerindedir.." 

The Revanant; gorsel olarak da, icsel olarak da ve dahasi muziklerinin seciminde gosterilen ozeni ile de sizi doyuma ulastiracak bir film.. Hazir hala vizyondayken hafta sonu planlariniza ekleyin derim ;)

iyi seyirler,
lulu
xxx

17 Şubat 2016 Çarşamba

GREAT GATSBY



Sanirim 20. yuzyilin en iyi yazarlari icin ilk on listesi yapsam, Scott Fitzgerald'i asla pas gecmezdim.. Hatta 20'ler ve caz muzigini cok sevdigimden belki kendisine bir miktar torpil yapip ilk siraya bile oturtabilirim, Hemingway'in hemen yani basina..

Fitzgerald, 1.Dunya savasina katilmis, yorgun savas gunlerini ve sonrasini hem gazetecilik hem de yazarlik yonu ile cok iyi irdeleyerek okuyuca ulastirmis biri.. Ayrica diger yazarlar icinden siki bir ozellikle siyrilmis.. Bu ozellik; hikayelerinde karsit gorusler yaratip, bu gorusleri ayni anda, ayri ayri besleyebilmesi.. Fitzgerald'in tek bir kitabini okudugunuzda bu ozellik hemen ilginizi cekecektir..

The Great Gatsby yani Muhtesem Gatsby, Fitzgerald'in en onemli romanlarindan biri.. 1920'lerin basinda New York'ta gecen hikaye; bir yandan savas sonrasi gunlerin ekonomik ve sosyal karmasasini anlatirken, diger yandan da ihtisamli kutlamalarla ve davetlerle cevrelenmis carpik iliskileri resmediyor. Aslinda tam olarak "Amerikan Ruyasi" elestrisi denebilir.. Hikaye oyle doyulmaz bir lezzette ki, bu lezzeti nedeniyle su ana kadar defalarca filmi cekilmis.. (Izlemediyseniz, Baz Luhrmann'in cektigi ve Leonardo DiCaprio'yu bayilarak izledigimiz versiyonunu listenize eklemelisiniz..) 

Kitaba gelirsek; kitap, Nick Carraway adindaki genc bir adamin Long Island'daki evinin yan komsusu olan gizemli ve merak uyandiran Bay Gatsby hakkindaki anilari uzerinden ilerliyor.. Zengin olma yolunda muthis bir tutkuya sahip olan ve sansi daima yolunda giden Bay Gatsby, istediklerini bir bir elde ediyor.

Kitabin en ama en muthis yani, 20'li yillarin Amerika toplumu arasinda olusan maddi ucurumu cok net anlatabiliyor olusu... Zengin Bay Gatsby'nin hayati uzerinden anlatilan bu derin ucurumlar sayesinde eser, edebiyat dunyasinda bir klasik olarak kabul gormustur. 

Yormayan dili ve kafanizda bir tiyatro sahnesi olusturmanizi kolaylastiracak kisi, mekan ve obje tasvirleri ise tam olarak efsanedir.. Bir de nacizane tavsiyem daha siirsel bir okuma icin, kitabin Can Yucel tarafindan yapilmis cevirisini tercih etmeniz.. Sonra da kosar adim filmini izlersiniz zaten :)

iyi okumalar
lulu
xxx

5 Şubat 2016 Cuma

SICARIO


Henuz yolun cok basi ama yine de Denis Villeneuve sayesinde 2016'nin en etkileyici filmlerinden birini izledim demek sanirim ki yanlis olmayacak.. Sinema gozune cok guvendigim bir arkadasimin tavsiye ettigi, sonrasinda da hakkinda cok iyi elestiriler okudugum Kanadali yonetmen Denis Villeneuve, izlemeyi pek sevmedigim "aksiyon" turunu, kliseden uzak senaryosu ve alisilmisin disinda anlatimiyla sevdirecek kadar iyi bir film cikarmis ortaya..

Filmin basrolunde, "The Devil Wears Prada" ile taniyip, "Salmon Fishing in the Yemen" sayesinde iyiden iyiye sevdigim Emily Blunt var.. Emily yani Kate, oldukca idealist bir ajan rolunde ve yeni katildigi ekip ile olan iliskileri siradan aksiyon filmlerinin cok otesinde bir derinlige sahip.. Filmin diger basrol oyunculari ise; Josh Brolin (kendisini izledigim tek film sanirim Everest olmali..) ve 90'larin en karizmatik yuzlerinden biri olan, Benicio Del Toro. 

Film; Kate, Matt ve Alejandro ucgeninde, Amerika'nin Meksika kartelleri ile olan amansiz mucadelesini tum vahseti ile ve her iki taraf gozunden -ancak kesinlikle taraf olmayarak- anlatiyor.. Boylece de, Villeneuve diger aksiyon yonetmenleri arasindan siyriliveriyor ! Klise bir Amerikan propagandasi yapmak yerine sistemin en derinlerine inip yaptigi elestiri kesinlikle alkislanasi..

Filmin anlattigi derin nokta; yasal olan her seyin zamaninda yasadisi olusu.. ya da vice versa.. Aslinda film bu analizi ile, ulkemizin de icinde bulundugu uzucu siyasi tablonun ve askeri mucadelenin bir elestirisi sayilabilir.. Doguda yillardir yasanan vahset ve bu vahseti "sozde" ortadan kaldirmak icin yasatilan tum karsi vahset.... Hic biri medeniyet belirtisi icermiyor ve cozum odakli degil.. Iste Sicario'da islerin kana kan ile yurumediginin en guzel ve de en gercekci anlatimi var.. 

Villeneuve; Kate'in idealist yapisinin bozguna ugrayisi ve yasadigi cokusu de izleyiciye muthis aktarmis.. 

Mutlaka izleyin !

iyi seyirler 
lulu 
x

29 Ocak 2016 Cuma

MISTRESS AMERICA

 

Mistress America; listede izlenmesi gereken onca film notu varken, hepsini bi yana birakip bi anda bulunan ve izlenmeye baslanan bir film.. Henuz baslar baslamaz "Mozart in the Jungle" dizisiyle bana kendini cok sevdiren Lola Kirke gorunuyor ekranda.. Film devam ederken de bir baska sevilesi oyuncu, Greta Gerwig ile karsilasiyorum.. O da kendini "Frances Ha" ile sevdirmisti.. 

Gelelim filme.. 

Tracy ile Brooke anne ve babalarinin evlenme karari almasi sonucunda tanisiyorlar.. Her ne kadar beni asil etkileyen karakter Brooke olsa da, filmin ana konusu Brooke'un hayatina parmak isirarak bakan Tracy'nin hikayesi uzerine kurulu.. Tracy bir yani ile Brooke'a hayran, diger yaniyla ise hayati bu denli umarsizca yasamasinin onu duvara toslatacagini dusunen icine kapanik bir karakter.. Zaten filmin odak noktasi da bu; karamsar, sikici ve cogu zaman cekilmez olan Tracy'nin hayatini yoluna koyusu ile Brooke'un tam anlami ile yerle bir olusu..

Tracy; universiteye yeni baslamis, hepimizin yasadigi o ilk gunlerin zorlugu icinde ve kocaman bir sehirde kendini yalniz hissediyor. Brooke sayesinde kabugunu yavas yavas kiran kizimiz, okulun edebiyat kulubune girmek icin yazmasi gereken oykuyu, Brooke sayesinde kavustugu ilhamla hazirlayabiliyor..  Kazanimlari iyi, iletisimleri komik ama zaman zaman da tuhaf denebilecek bu arkadaslik bize kendini keyifle izlettiriyor.. 

Brooke, aslinda pek cogumuzun 20'li yaslari gibi.. Eline gecen her firsati kullanan, dertleri buyutmeyen, kocaman guluslerle etrafi aydinlatip duran, civil civil, vicik vicik ve de tasasiz.. Film boyunca ben de bir cok karede kendi 20'lerimi hatirlayip, gulumsedim.. Sanirim bu yuzden de kendimi Brooke'a daha yakin hissedip, filmi Tracy yerine Brooke odakli izledim.. Lakin, karakterlerinin "kendini arayis" surecini isleyen filmler beni daima daha fazla etkiliyor.. Mistress America da boyle filmlerden biri.. Hatta onu digerlerinden ayiran en onemli ozelligi; bunu dram ile degil de, komiklik dolu diyaloglarla yapmis olmasinda.. 

Filmin yazar ve yonetmeni Noah Baumbauch. Ancak, yazarken ona sevgili Greta Gerwig'de eslik etmis ve oldukca siki bir is cikartmislar.. 20'lerin sonlari ve 30'larin gelisini cok iyi gozlemledikleri ve bunu izleyiciye etkileyici bir senaryo ile aktardiklarini rahatlikla soyleyebilirim..

iyi seyirler 
lulu 
xxx

4 Ocak 2016 Pazartesi

TEZER OZLU / YASAMIN UCUNA YOLCULUK


 

Tezer Ozlu; onu ilk okudugumdan beri bana bir sekilde Patti Smith'i hatirlatir.. Hayatta iken onunla ayni kusagin insani olduklarini ve Patti'ye dair kendi icinde de benzer parcalar bulabilecegini bilir miydi acaba diye merak ederim.. Yalnizca bir soru sorma sansim olsa, ona sanirim bunu sorardim..

Tezer Ozlu ile "Yeryuzune Dayanabilmek Icin" adli kitabiyla tanismis ve okudukca satir aralarida bulduklarima sukretmistim.. Lakin; farkliydi, baskaydi daha onemlisi de basinabuyruktu..  "yapmamali, etmemeli" kaliplarinin disinda kalarak yasadigi nefis bir dunyasi vardi.. Cok sevmistim.. Ardindan "Yasamin Ucuna Yolculuk" geldi. 

Sevgili Tezer Ozlu bu kitabinda, Avrupa'da tren raylarinda buldugu ozgurluk hissi ile edebi bir seyahate cikartiyor bizi.. Aslinda hicbir yere bagli olmadigimizi hatirlata hatirlata yol aliyor.. Icsel dunyasini, okuyucunun icsel dunyasini da darma duman ederek aciyor.. Sorguluyor, sorular soruyor, bakis acilari gelistiriyor ve neticesinde tum edebi ornekleri bir sekilde kendi hayati ile iliskilendiriyor.. 

Tek basina kaldigi otel odalarina arkadas ediyor bizi.. uykusuzluklarina ve de geciremedigi bas agrilarina.. Yabanci sehirlerde calisan iscileri anlatiyor mesela.. Aslinda buyuk bir aci ile yasamlarini yabanci bir sehirde kazanmaya calismalarini.. Bir yandan da aslinda yabancilarla daha derin iliskiler kurabilecegimizi fisildiyor kulagimiza ve "neden hayatimizi yabancilar arasinda gecirmekten korkariz?" sorusu ile de bas basa birakiyor bizi..

Tezer Ozlu; herkesin dusunebileceklerini dusunmeyen ve de yazabileceklerini yazmayan biri.. Onu okumak ve kelimelerinin derinliklerine dalmak nefis bir beyin jimlastigi diyebilirim. Yeryuzune Dayanabilmek Icin'i okurken, insan kendini bu kadar mi sorgular diye dusunmus ve aynada kendini bu kadar net gorebilmesine imrenmistim.. Sanirim Patti Smith ve Tezer Ozlu arasinda kurdugum en saglam kopru de bu oldu..

Bu nefis kalemi okumanizi dilerim. 

sevgiler
lulu
xxx